Sevgi mi? Korku mu?
Dünyadaki yaşanılan her şey düşüncelerinizin eseri sonucu oluşmuştur. Başınıza gelen olayları farkında olarak ya da olmayarak siz yaratıyorsunuz. Düşüncelerinizi kontrol ettiğinizde istediğiniz biçimde yaratım gücüne sahipken, düşüncelerinizi etrafınızda olan bitene kaydırdığınızda ise olan bitenden etkilenerek istenmeyen bir yaratım oluşturuyorsunuz. İki türlüde başımıza gelen her şeyin sorumlusu ne yazık ki bizleriz.
O zaman neden istediğimiz gibi bir yaratım yapmayı seçmiyoruz?
Neden sahip olduğumuz gücün farkına vararak hayatımızın sorumluluğunu elimize alıp yaşamımızı istediğimiz gibi yeniden dizayn etmiyoruz?
Yüce Allah insanları yaratırken en değerli şeyi insanlara vermiş akıl ve sevgi. Biz bu iki öğeyi kullanarak yapmak istediğimizi yapabilecek olmak istediğimi olabilme imkânına sahibiz. Ancak sorun şu ki bir kısmımız bu gücün farkında değil diğer bir kısmımız ise kullanmak istemiyor.
Kullanmak istemeyenlerin en büyük sorunu yaşamlarının sorumluluğunu almak istememek. Burada en büyük sorun kişilerin kendilerine olan özgüven eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Özgüven eksikliği insanların tek başına ayakta durmalarının ve birine dayanmadan yaşamalarının önündeki en büyük engeldir.
Dünyaya hepimizin bir geliş amacı var. Yaratıcı ruhumuza üfleyerek bu dünyaya gönderirken ve bize diğer canlılardan farklı olarak aklı vermiştir. Aklımızı kullanarak yaşadıklarımızla ve deneyimlediklerimizle bizi yaratana ulaşmaya çalışmaktayız. Ne olduğumuzu bilmeye çalışmaktayız. Aklımız bize yaşamımızda deneyimleyeceklerimiz için seçim şansı vermektedir.
Ancak insanoğlu yaratılışından itibaren bu sahip olduğu süper gücü istediği gibi kullanmayı ne yazık ki becerememektedir. Bunda en büyük etken çocukluğumuzda bilinçaltımıza yüklenilen düşünce ve inanç kalıplarıdır.
Anne karnından başlayarak bilinçaltımıza düşünce kalıpları yüklenmeye başlıyor. Anne karnındayken fiziki olarak bağlı olduğumuz annemize ait düşünce kalıplarını sanki kendi düşünce kalıpları gibi algılayıp kaydederken, doğumdan itibaren de aile ve yaşam çevresinde bize dikte edilen düşünce kalıplarını bilinçaltımıza kaydediyoruz. Beynimizde şekillenen düşünce kalıpları yaşadığımız çevre, aile vb. etkenlere bizim sonraki yaşantımızda bize rehberlik edecek altyapıyı oluşturuyor.
Burada en büyük sıkıntımız yüce yaratıcının akılla birlikte verdiği sevgiyi, akılla birlikte kullanmak yerine sevginin zıddı olan korkunun kullanılmasıdır. İnsanlar çocuklarına direk sevgiyi göstermek yerine sevgi olmayan şeyle sevgiyi anlatmaya çalışarak hayatlarının en büyük çelişkisini bilinçaltına yüklemektedirler.
Aslında en büyük sorun olayı anlayamamakta yatmaktadır. Sevgi deneyimlemeye dayanan bir duygudur, insanın özünde oluşur ve hissedilir. Kelimelerle anlatılmaz. İnsanoğlu bu durumu kelimelerle ifade edemediği için içerisinde şekilselliği barındıran sözle çok rahat ifade edebileceği korkuyu kullanmaktadır. Yani sevgiyi anlatırken sevgi olmayanı kullanmaktadır. Yani sevgiyi anlatıyorum diyerek hep sevgi olmayan korku kullanılmaktadır. Buda korku kültürü içerisinde yetişmiş bir toplum oluşmasına neden olmaktadır.
Küçüklükten itibaren sevgiye koşullu olarak sahip olacağımız konusu bize öğretiliyor. Bize bizi yaratan yüce yaratıcı dahil bizi koşulu seveceği öğretiliyor. Kimler tarafından annemiz babamız, ailemiz, çok sevdiğimiz yakınlarımız, din adamları vs. Her lafta her sözde sevgi varken o sevgi ulaşılmaz bir yerde duruyor. Ya da biz öyle sanıyoruz. Çünkü o bizim içimizde.
Sorun şu ki bize korkuyu öğreten kişiler bizi en çok sevdiklerini düşündüğümüz ve bizim en çok sevdiğimiz kişiler. Çünkü korku ile ne kadar kalıbımız varsa bunlar tarafından bize yükleniyor. Yüce yaratıcının yeryüzünde yarattığı ne kadar çiçek, böcek, hayvan, canlı ne varsa hepsi kusursuz yaratılmış olduğu bize öğretilirken diğer tarafta yüce yaratıcının en değerli varlığı olan insanoğlunun eksik, günahkâr, değersiz, önemsiz olduğu bizim en güvendiğimiz kişiler tarafından bize dikte edilmektedir. Ortada bir çelişki var ama sorun şu ki sizi seven kişiler size neden yalan söylesinler ki diye düşünmeye başladığımızda onlara inanmaya başlıyoruz. Bu mesajlarla büyüyoruz.
Sevgi koşulludur. Biz değersizsek, önemsizsek önemli ve değerli hissedilmek için sevilmemiz lazım. Onların istediği gibi davranmamız lazım. Onların istediği gibi davranmazsak sevilmeyiz. Cezalandırılırız. Hem bu dünyada hem diğer dünyada.
Olayın tıkadığı noktada burası aslında ön planda olması gereken sevgi ortada yok, ortada sadece korku var. Bugün din adamlarının hepsine bakın Allah sevgisinden bahseden herkes anlatırken Allah korkusunu anlatıyor. Sevgiyi anlatan kimse yok, aslında anlatamazlar da sevgi yaşanır, hissedilir. Kelimelerle ifade edilmez. Ama olay korkuya geldiğinde ise çok kolay korkuyu anlatmak için yüzlerce yöntem var. Çünkü;
Korku; daraltan, kapayan, içe hapseden, kaçan, gizleyen, biriktirerek yığan, zarar veren bir enerjidir.
Sevgi; genişleten, açan yayan, yayılan, açık olan, paylaşılan, iyileştiren enerjidir.
Korku bedenleri giysilerle sararak gizler, Sevgi çıplak olmaya izin verir, Korku sahip olduklarına sımsıkı sarılır, Sevgi sahip olduklarını paylaşır, Korku zorba yakınlık ister, Sevgi sevecen yakınlık, Korku sımsıkı sarar bırakmaz istemez sevgi özgür bırakır, Korku kurutur, Sevgi yumuşatır; Korku saldırır, Sevgi bağrına basar.
Çocukluğumuz da bize öğretilen öğretiler bizim davranışlarımız belirler. Bize ne öğretilmişse biz ona göre davranırız. Ne yazık ki enteresan bir olaydır ki çocukluğumuzda bize sadece ve sadece korku öğretilmektedir.
Evet, inanç sistemimizle bu durum iyice pekiştirilmekte ondan sonra ise kendine güvensiz korku kültürüne sahip bir toplum içerisinde yaşamaktayız.
Korku içinde yaşamamız öğretildi. Bunda en büyük etken kontrol edilme ihtiyacından kaynaklanmaktaydı. Çünkü dünyada her şey kusursuz yaratılmışken insanlar, hatalı, eksik, günahkâr yaratılmışlardır. Kusursuz olmaları için kontrol edilmeleri gerekir. Sevgi içte özde olduğu için onu kontrol etme şansına sahip değiller. O zaman diğer seçenek ön plana çıkıyor; Korku.
Bunu en çok kullanan kişiler ise ne yazık ki din adamı geçinen yüzlerce, binlerce kişi. İnsanlara inanç sistemi içerisinde Allah sevgisini anlatıyorum diyerek, insanlara her gün Allah korkusundan bahsederek onun ne kadar aciz, zayıf, güçsüz güvensiz birisi olduğunu dikte edilmektedir.
Bu durum tarih boyunca hep sürekli olarak kullanılmıştır. Din adamları insanları kullanmak için tanrı korkusunu sürekli kullanmışlar, insanlara eksik olduğunu, kusurlu olduğunu ancak kendileri aracılığı ile bu kusurları giderilerek tanrının kendilerini sevebileceği yalanına başvurarak onları kontrol altında tutmuşlardır. Aslında kendilerini bu olay için kendi kendilerine görevlendirmişler diğer insanlarda buna inanmışlardır.
Tabi burada en büyük kurnazlığı insanların dini olduğu şekilde öğrenmelerini engelleyerek yapmışlardır. İnsanların inandıklarını kontrol etmek için şekilciliği ön plana çıkarmışlar. Giyim kuşam vb. şeylerle insanları gruplaştırarak parçalara ayırmışlardır. İnsanlara etiketler yapıştırarak, kendilerinden farklı düşüncede olan insanları katletmişlerdir.
Günümüzde de bu durum ne yazık ki değişmemiştir. Kültür seviyesi ve okuma oranı yükselmesine rağmen hala insanlar dini gerçek anlamda öğrenme yerine yine kendini bu işe görevlendirmiş kişiler tarafından dikte edilen şekilde öğrenmektedirler.
Çünkü din insanların en kolay kontrol yöntemidir. İnsanlara gerekli korkuları aşıla, sonrada onu istediğin gibi yönet. Ve bunu birçok insan kendi kendine isteyerek kontrolünü başkalarının eline veriyor. Sürü psikolojisi içerisinde bu duruma müsaade ediyor. Günümüzde bu işin adı değişti daha modern bir isim var “Mahalle Baskısı”.
Bu konuda kendimden örnek vermek istiyorum, bende dinimi çocukluğumda diğer çocuklar gibi camilerde hocalara giderek öğrendim. Daha neyin ne olduğunu bilmeden hocanın karşısında buldum kendimi ve Arapça duaları ezberlemeye başladım. Arapça duaları zar zor ezberledikten sonra devamında Kuran okumayı öğrenmeye geçtim. Yine Arapça. Bir yere kadar geldim ama takıldım.
Ama olsun ben dinimi öğrenmiştim. Hocaların dini hikâye diye anlattıkları Arap efsanelerini dinledim. Namazda Arapça dualar olmadan namazın olmayacağını öğrendim. Anlamını bilmem önemli değildi. Kimse bana anlamını sormuyordu. Ezberden okumak beni Müslüman yapıyordu. Görüntüsel olarak işleri halettiğim için ben insanlar tarafından iyi insan, Müslüman çocuğuydum. Bu kadar şeyle ben Müslüman olmuştum, din konusunda ihtiyacım olan bilgi hocalar tarafından bana veriliyordu o zaman benim başka bir şey yapmama gerek yoktu.
Birde en önemli konu anlatılmıştı, Arapça önemliydi. Arapça olmadan din olmazdı, ben Arapça bilmiyordum, olsun önemli değildi hocalar ne güne duruyordu. Onlar Arapça biliyorlardı. İhtiyacım olduğunda Arapça dua ederek bana sevap kazandıracaklardı. Tabi bende karşılığında gönlümden ne koparsa vermem koşuluyla.
Bu durum, bu şekilde yıllarca devam etti. Ben fırsat bulduğumda Arapça dualarla namazımı kıldım. Camilerde hocaların anlamadığım dilde Arapça okudukları dualara amin, dedim. Cenaze düğün vb faaliyetlerde hocalarımızın okumuş olduğu arapça dua ve kuran sayesinde müslümanlığım arttı ve sevap kazandım.
Bir gün aklıma takıldı, “Ben Müslüman” olduğumu söylüyordum ama içimde bir boşluk vardı. Dinimin temel kitabında ne yazdığını bilmiyordum. Arapça çat pat okuyordum ama içerik yoktu sadece şekilsellik vardı. İçerik boştu. O gün bir karar verdim, evimde bulunan ama benim sarıp sarmalayıp başköşeye koyarak o şekilde sevap beklediğim Kuran’ın mealini okumaya başladım. Okudukça yıllarca din alimi bilinen kişilerin bizi kontrol için dini şekilselleştirerek bizi yönlendirdiklerini ve kendi düşünce kalıplarına sokmaya çalıştıklarının farkına vardım.
Aslında yapılan iş basitti, Kuranın ilk ayeti olan “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” yerine Dinle ve Biat et sözü dikte edilmişti bize. Kuran’ın ancak Arapça okunabileceği, sevabının ancak bu şekilde alınabileceği dikte edilmişti.
Bana anlatılana göre kuranı okuyup anlamam için, ya ben dünyaya arap olarak gelmem lazımdı yada çok iyi derecede Arapça öğrenmem lazımdı. Onun dışında Arapça bilen kişilere muhtaçtım. Kuranın tefsiri okuyunca olayın öyle olmadığını anladım. Önemli olan anlayarak okumaktı. Çünkü arapça okunma şartı Kuran’da yoktu. Dil olarak indirildiği kavmin anlayabilmesi için arapça indirilmişti. Zaten Allahın indirdiği diğer kitaplarda indirildiği kavmin dillerinde indirilmiştir. Rum süresi 47 ayette:
“Andolsun ki biz, senden önce birçok peygamberleri kavimlerine gönderdik de, onlara apaçık delillerle vardılar.”
Allah insanları farklı kavimler halinde yaratmıştı. Yani ben şu anki bulunduğum milleti Allah isteyerek yaratmıştı. O zaman ortada bir çelişki vardı. Hem beni Araplardan farklı millet olarak yaratıyor hem de benden Arapça Kuran okuyarak sevap almam bekleniyordu. Aslında bu durum bize dayatılan bir durumdu. Kuran’ da anlayarak oku diyordu. Çünkü kuran içinde bunları açıklayıcı bölümler vardı. Kuranın Arapça olarak inmesi o anki indiği kavmin dilinin Arapça olmasıydı. O kişilerin anlayabilmesi için Arapça inmişti. Bu durum Kuranda açıkça yazıyordu anlayabilsinler diye onların dilinde indirdim diyordu.
İnancın temeli arada kimse olmadan Allaha inanmaktan geçiyordu. Hiç kimse Allah’la kul arasına giremezdi. Peygamberlerin bile babaları için bir şey yapamayacaklarını Kuran’da yaratıcı belirtiyorlardı. Ama birileri diğer dinlerde olduğu gibi bizde de bu işe soyunmuştu. Ve giyimimize, kuşamımıza ve yaşayışımıza göre etiketleme yapıyordu. Kendilerini yaratıcının yerine koyarak bizi bu dünyada yargılıyordu. Bizleri birleştirmesi gereken din ne yazık ki din diye şekilselliğin ön planda tutulması nedeniyle insanları birbirinden uzaklaştırıyordu.
Bunun içinde en güzel yöntem olan korkuyu kullanıyorlardı. Yaratıcı kâinatı kusursuz yaratmışken, kâinatta yaratıcının kusursuzluğunu görürken insanoğlu eksik yaratılmıştı, günahkârdı.
Aslında yıllardır bu durum böyleydi. Kuranın ilk emri olan Oku emri yerine bize öğretilmiş olan Dinle ve Biat et yöntemine göre yetişmiştik. Bu nedenle de bize ne derlerse inanıyorduk. Dinle ilgili sorumluluğumuzu da hoca diye tabir ettiğimiz kişilere havale etmiştik. Daha akil baliğ olmamış çocuklar, din eğitimi altında din adamı oldukları iddia edilenlerin elinde korku ağırlıklı olarak şekilselik ön planda olan bir din kalıbı içerisine konuluyorduk. Her ramazanda da diyanet “Sakız çiğnersem orucum bozulur mu?” gibi abuk sabuk sorulara cevap vermeye devam ediyordu.
Kuran’ın tefsirini her okumamda yeni yeni şeyler görmeye başlamıştım. Asıl önemli olanın sevgi olduğunu, bununda aslında yüce yaratıcı tarafından kalbimize gömüldüğünü anladım. Yıllarca bize sevgi diye sevgi olmayanın anlatıldığını anladım. Dışımızda hiç bir şey olmadığını her şeyin içimizde olduğunu anladım. Çaresizlik diye bir şey olmadığını, çaremizin içimizdeki sevgide olduğunu anladım.
Dinle ve biat et öğretisinin bir iyi tarafı vardı. Sorumluluğumuzu başkalarına havale ederek, kendimizi büyük bir yükten kurtarma. Bu durumu hayatımızın başka yönlerinde kullanabilirmiydik? Hemen aklımız devreye girdi ve bu durumu hayatımızın her yönünde kullanmaya başladık. Kendi sorumluluğumuzu almak yerine sorumluluğu başkalarına atmak.
Bizi korkularımızdan kurtaran en büyük kurtarıcı düşünce, sorumluluğu başkasına atmak.
Bunun sonucunda ise kendine güvensiz, çaresiz, değersiz, ne derlerse inanan ve kurban rolü oynamayı seven kişiler olduk.
Sonuçta da mutsuz, huzursuz, sevgisiz bir topluluk olarak yaşamaya devam ediyoruz.
Bu durum farkında olalım ya da olmayalım bizim seçimimizdir. Bu durumu değiştirmek yine bizim elimizde. Sadece yapmanız gereken tek şey birilerinin size dikte ettiği düşünceleri sorgulamak. Birilerinin şekilsel dayatmalarına karşı çıkarak içimizden geldiği gibi yaşamayı seçmek.
Birisi bize sen değersizsin dediği için değersizliği kabul etmek zorunda değiliz, birisi size güvensizsin dediği için güçsüzlüğü kabul etmek zorunda değiliz. Hayatının kontrolünü elimize alıp sorumluluğumuzu üslenmemiz değişim için bir başlangıç olacaktır.
Seni huzursuz hissettiren rahatsız eden tüm kalıplara, etiketlere itiraz et. Bunların hepsi düşünce oluşmuş bir yıgın çöp. Hiç birisi doğru değil. Birileri seni zayıf, güçsüz olduğuna inandırdığı için öyle düşünüyorsun.
Yaratılan tüm insanlar eşit yaratılmıştır. Kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur. Fark sadece düşünce yapısındadır. Olayları algılama ve anlamlandırmanızdadır.
Kendinizi değiştirmek istiyorsanız en kolay yöntem okuyun, okumak sizi özgürleştirir. Dilemek sizi birilerinin etkisi altına sokarken, okumak sizi özgürleştirir, düşünce ufkunuzu açar. İnançlı kimseyseniz önce dinin Temel direği olan Kuran’ın tefsirinden başlayın. Anlayarak okuyun. Okurken bulabilirseniz ilk okumanızı Kuran’ın indiriliş sırasına göre yapın. Bu sizin için anlamayı daha kolaylaştıracaktır.
Birilerinin söylediklerinden ziyade dinin temel direği olan Kuran’ı referans alın. İnanın din hakkında konuşan birçok insanın doğruyu, yanlışı kendi düşünce yapısına göre tanımladığını göreceksiniz. Yaptıkları tek şey dinin temeli olan Kuran’ı okuyup kendi düşünce tarzlarına göre yorum yapıyorlar.
Bu doğal bir durumdur. Bir stadyumda maç izleyen 50.000 kişi düşün, hepsi aynı maçı seyretmelerine rağmen hepsi farklı şey görmüştür. İkinci el bilgiyi bırakın, birinci elden kendiniz okuyun anladığınızı hayatınıza yansıtın. Bu size gerçekten huzur getirecektir. Kuran dışındaki tüm bilgiler anlatan, yazan kişinin beyin filtresinden geçirilmiş kişisel yorumdur.
Korku yerine sevgiyi kullanalım. Sevgi koşulsuzdur. Beklenti içerisinde olmadan koşulsuz olarak karşımızdaki kişileri kabul etmeye özen gösterelim. Eğer beklenti içerisinde olursak bunun adı sevgi olmaz.
Yüce yaratıcının sana verdiği aklı ve sevgiyi kullan. Sevgi istiyorsan önce sen göster. Senin yaydığın enerji karşılığını kat be kat alacaktır.
Halis Şahiner
Sosyolog
Yazar
Kontrol Sende Kitabım için lütfen aşağıdaki linki tıklayınız
Bilinçli Yaratma Sanatı Kitabım İçin lütfen aşağıdaki linke tıklayınız