İçsel Yalnızlık
Yalnızlığı açığa çıkaran birçok neden vardır. Gerçekte ise, insanın yalnızlığı kalbinde taşıdığıdır. Şüphe hayatı dinamik kılmada çok etkin rol üstlense de bir yönü hep yalnızlığı işaret eder. Binlerce yılın sosyo-psikolojik sorunu olan (çoğalma) toplumsallık yalnızlığa ve yalnızlıktan doğan “zafiyetlere” çare olma iddiasındadır. Elde mevcut bulunan (bilinen) dinsel, felsefi, ahlaki değerler çoğunlukla yalnızlıktan korunmanın çareleri üzerine örülü ve kurguludurlar. Bu korku yoğunluğuyla katmanlaştırılan “toplumsallık” etkin, işlevsel ve vazgeçilmez kurguca düzene kavuştuğu an, insanın iç dünyasında ciddi parçalanmalara yol açar.
Bundan olağan üstü vazife çıkaran ego hızla yeniden yapılanmaya girişir. Ve böylece binlerce yıllık “toplum için iktidar!” sublimasyonu hayatımızın “temel gücü” ve istenmeyen başat sorunu olarak varlığını sürdürür. Bilindiği gibi ezilen dünyanın büyük tanrısı Prometenin yalnızlığı da “toplumsallaşan iktidar” saikine dönünce yalnızlık, belirsiz bir olgu olarak “sosyal toplumun” “deliren” aşıklarının uğraşı haline geldi. Bütün tartışılır ve baskıya maruz kalan yönleriyle yalnızlık, bir iç kırgınlık, kenarda durma, yerilen “sevecenlikle” ötekileşen nesne halindedir. Bahsi edilen rant getiren, ışıldayan bir olgu değil, ne yapacağı belirsiz bir halin her an kendine kast edebilecek yoğunlukta kendini dışa vurma olasılığıdır…
Kabul gören “yasal” formun toplumsal iktidar yanlısı etik ve hukuk yasası uygularken, kendini varetme uğraşında olan birey, bu analojik dayatmaya karşı iradi durumunu yoklama, ölçme ve bilinç kapasitesini öğrenme zorunluluğunu hisseder. Tarihsel ve güncel olaylardan çözümlemeli sonuçlar çıkarma ve en önemlisi de kendi varoluşunun bu tarihsel ve güncel olaylarla diyaletik ilişkisini bilme, öğrenme aciliyeti vazgeçilmez bir ihtiyaç haline gelir. İçerde, toplumsal erk dışında yalnızlıkta tercih yapmak böyle bir gelişimi uğraşını gerekli kılmaktadır. Var olmaya çalışan yalnızlık bu duygu ve bilinç gelişimini ödev haline getirir. Hayatın gerekli kıldığı diğer bir ödevde her an içerde olduğunu bilmektir. Ki her an bir anlam, her anlam bir an bulabilsin kendine. Herkesin mahpushanede var olma uğraşı içinde olduğunu söylemek zor. Ama insan bin bir kılıkla her sorunsalının üstesinden gelmeye çalışır; Bu “kapatılma” faaliyetinin işleyen içeriğini insan ancak, içselliğinin farkına vararak etkisiz kılabilir. Sırf içerde olmaktan dolayı insanın duygusal ve düşünsel dünyasına yapılan taciz ve saldırılar karşısında savunma oluşturmak kendini ölçüp biçmekle mümkün olur. Yoksa Ahmed Arif’in dediği gibi “Ejderha olsan kar etmez.” “Kapatılmışlığın” yarattığı bilinç ve duygu yanılsamalarını birey, kendi varoluş etkinliğiyle çözümlemeden (görmeden, tanımadan, bilmeden) kalbinde varolan o doğal yalnızlığı bulması, açığa çıkarması mümkün değil…
Yalnızlığa sormuşlar “nerelisin” diye? “Kalpliyim” demiş. Doğrusu yalnızlık sonradan kazanılan bir edinim olmadığı için insanın kalbinde var olan bir şeydir. Sadece zaman ve koşullara bağlı olarak bazen his ediyoruz, bazen etmiyoruz, bazen unutuyoruz ve bazen de hiç unutmuyoruz. Mahpushanede bireyin hareket kabiliyeti resmi güç ilişkilerinden doğan hiyerarşik hengamelerle karşılaşınca o güne kadar ciddi bir tarzda fark edemediği yalnızlık endişe ve korku eşliğinde karşısına çıkar. Bu ilk şok ve endişe hali, yalnızlığı yüzeysel bir anlam karşılığında duvar çevrintileriyle tanımlamayı, simgeleştirmeyi dikte ettirir.
Duvarların içerisinde endişe, korku ve yalnızlık var, duvarların dışında yok” dayatması; insanın kabullenmekte zorlandığı, belli oranlarda da kabul ettiği bir gösteri halini alır: öyle garip bir şey ki yaşanan caydırıcı bir illüzyondur sanki. Duvar ve ötesi; perdeyi ört duvarların içi, kaldır miami” denilerek iktidar sisteminin bütün ahlak dışı ilişkileri, bağlantıları görmezlikten gelinmekte ya gizlenmekte ya da unutularak kabul ettirilmektedir.
Üzerine kapıyı kapatıp “yalnızlığa iten” aynı biçimde içinde bulunduğun zor durumdan seni ben kurtarabilirim havası yaratılır. Bazı “ünlülerin” komplike haline getirilen firarlarını ya da tahliyelerini hatırlamak yeterli olacaktır. Bu kabul ettirilmeye çalışılan emeksiz çıkarsama insan ruhiyetinde sorunların da başlatıcısı olmaktadır. En basit haliyle insanı iftiracı yapar, güce tapar hale getirir, sosyal ve kültürel sorunları ikna yolu ile çözme yerine binbir türlü şiddet oyununa ve ahlaksızlığa baş vurarak erk sahibi sisteme “çözdürtmeye” çalışır.
Açık ve aleni olmak yerine her şeyi gizli kapaklı halletmeye çalışır. Samimiyetini yitirmiş bireyin, “yalnızlığı” maalesef güç ilişkisi üzerinde kurludur. Aslında yalnızlık biraz da içtenliktir. Kendimiz olmaya çalıştığımız en emektar yönümüzdür. Kendi kendimizle kaldığımızda çıkardığımız her ses, yaptığımız her hareket kendi içtenliğimizin işaretidir. Hayat ve insanlar karşısında iç tutarlılığımızdır. Mapushanede bu iç tutarlılığın dejenerasyonu, görünen simgelerle daha kolay ve çabuk olmaktadır. Hareket kapasitesinden doğan bu durum değerlendirmesi gösteri dışı gerçekliğin açığa çıkmasını da engellemektedir. İnsanın kendi içselliğinden kaçar ve şikayet eder hale gelmesi “ben önceleri böyle değildim, bu duvarlar yüzünden bu hallere düştüm, tanınmaz oldum” yakarışı, kendini bulma arayışı değil, kapatılma faaliyetine nesne olarak kendini katma hazırlığının retorik sözcelenmesidir.
Mapushane kapısından ilk içeri girilen andan itibaren insanın ahlak ve duygusal düzeyi ve bütün işleyen bellek dağarcığı (artık ne kadarsa) önüne serilir. Dışarıda kendisine güvenen, cesaretli, heybetli halk içindeki tabiriyle “baba adam!”, ha deyince dağları devirdiğine inanan insan, dört duvar arasında ne kadar kendine güvensiz, korkak, iki yüzlü işe yaramaz bir çocuk olduğunu ayan beyan yaşar, tadar. ‘Yalnızlık'( bu koşullardan kaynaklı da olsa) insan bunları yaşatan, gördürten bir olgudur; insan olduğumuzu hatırlatır daima.. Ya insan kendinden kaçacak ya da kendisiyle yüzleşecek neyi varsa, yoksa hepsini ortaya serip tek tek ayıklayarak, iç dünyasına dönüşü olmayan mümkün olmayan yolculuklara çıkar.
Ta ki “toplum için iktidar” kültürünün hakim olmadığı bir kaos aralığı bulana kadar. Stephan Hawking her ne kadar sonradan yanıldığını söylese de, insanın yalnızlığı ulaşması ya da üstesinden gelmesi “bir karadelikten geçip farklı boyutlara” ulaşması gibidir. Oraya ulaşılıp-ulaşılamayacağı tartışma konusu olsa dahi… Bir takım sabit ve dayatıcı ölçülerden kopuşu (bu zihinsel, paradigmal, duygusal olur) gerçekleştirmeden yalnızlık hep yabancılaşma olgusu olarak insanın varlığın da kendisini devam ettirecektir. Bu üstesinden gelinmeye çalışılan şey insanın kendi kalbiyse (yalnızlığın eviyse) karmaşa ve paradoks bin kat daha büyür.
Gerald Messadié “Aşk ve suç yaşamım” adlı kitabında “işte neden yaşayan ölülerle, sevdiğini ve nefret ettiğini zanneden ama duyguları yalnız kalma korkusuyla sürekli güdülenen insanlarla çevreleniyoruz” diye sorar. Sanırım içerde ve dışarıda sunulan bu hafif plastik korkular birbirine benzeşen bir toplum yaratmak içindir. Bu sunum insanın iç dünyası, onu yutan canavar olarak kabul ettirme uğraşındadır. İnsanın kendi yalnızlığından, öznelliğinden, kendisini, kendisi yapan zafiyetlerinden korkar hale gelmesi ve onları sürekli ötelemesi sanırım sıradan bir durum değildir. Bu korku heyalası, yalnızlığını giderme ihtiyacında olan bireye iktidar totemine tapmaktan başka yol gösterir mi?
Mapushane de yalnızlığın bu “dokunaklı” hali, nesnel durum aktivitesi karşısında bir bocalama ve çözülme yaşar. İktidara yataklık tözüne bağlı kalan insan, özünü(kendini) bir garabet haline getirir. Mapusta yalnızlıkla yüzleşememenin en incitici tarafı da burasıdır. Ne olursa olsun eski haline dönme kararlılığı kendini kontrol altına alınmasından başka ne olabilir ki? Böyle açık Pazar haline getirilmeye çalışılan bir ruhtan ve bedenden hangi kurtuluş yol, düşünce ve yalnızlık çıkar. Bu noktada yaşanan aşklar, verilen sözler, hayatı değiştirmeye olan umutlar, inançlar yapay bir retorik olmaktan öteye gidemiyor. Zorla ya da gönüllü şekilde yapılması sonuçlar üzerinde olumlu bir etkide bulunmuyor.
Dikte ettirilen düşüncenin, davranışın kullanım ve iş gören süresi de sınırlıdır. Dolayısıyla çoğu insanın, hapiste yaptıklarının öznel ve estetik bir değeri yoktur. Görücüye kırılgan tarzda çıkan nesnenin péşkeş olmaktan başka bir seçeneği var mı, ya da kendini kurban eden yüzlerce bireye tanık olmak, herkesin doğal realite gördüğü yalnızlığı baskı aracı olarak görmek yanıltıcı ve çelişkili olmayacaktır. Bilgi ve gerçekler dünyası bu kadar tartışılırken, mapushane de yalnızlığa atlantisten gelen adam muamelesi yapmak kırıcıdır.
Önemli olan yanılsanmış bir durum içerisinde gerçekliği yalana boğmadan algılamaktır. Büyük tarihsel yanılsama yaşayan (toplum, din, bilim için iktidar isteyen) insanların dayatıcı, otoriter, tek taraflı ikna güçleri olması sebebiyle on-on beş yıl ya da daha fazla hapis yatmak yalnızlığı açıklamak için yeterli olmayacaktır. Ve neden bu kadar yalnızlığın üzerine gidildiği de bilinmeyecektir. Ancak içerde yatılan süre de insan ruhunun nasıl kepaze edildiği üzerinde durulabilir. İnsan kapalı bir kutudur, hiçbir zaman kendi içselliğini, hayallerini, düşlerini, düşüncelerini bütünüyle dile getirmez. Kendine saklayacağı muhakkak bazı kusurları vardır.
Kusurlu olma utancı onu kapalı yapar. İçsel zafiyetlerinden utanan insan ne kadar aleni olabilir ki? Varlığın zafiyetinden utanması nedeniyle; bu ona binbir giysi kılar. Göstermeye çalıştığı her öznellik yıpranmış veya yıpranacak bir giysi olmaktan başka bir özellik taşımıyor. Aslında mapushanedeki bu duruma bilincinde olunan ve yaşayan travma demek doğru olacak. Nihayetinde çözümsüz devam eden bir süreçtir. Bu yaşanan yalnızlığın insan tercihiyle alakalı olmadığını, dışardan geldiğini, dayatıldığını söyleyebilecek kadar kendini görmezlikten gelebiliyor insan. Zafiyetinin olduğunu dahi kabullenmeyen bir insan, yalnızlık duygusunu nasıl ve hangi durumlarda kabul edebilir. Her fırsatta yalnızlığı bastırma ve yenilgiye uğratma arzusu içinde olmak kendi özüne sadakati nasıl açıklayabilir insan? Özünü yalanlayan biçim hayatın doğal ve doğru sonuçlarını nasıl algılayabilir?…
Özetle, insanın toplumsallaşamama korkusu türsel bir travmadır. Belki bunu açıklayabilmek için 5-10 bin bir tarihi geçmişe değil, yüzbinlerce yıllık ve daha fazlası bir süreçten söz etmek gerekir. Yalnızlığın neden içsel olduğu ancak böyle bir geçmiş bilindikten sonra anlaşılır belki… Uygarlıklar hep zor, baskı ve didaktik nasyonlar içermişlerdir. İnsan, düşünmeye sevk eden çevre koşullarından sonuçlar çıkarmış, çözümlemeli yöntemler üretmiştir. Bu gelişim seyri insanın doğal yapısını ötelediği gibi onu her şeyde aşırı merkezci bir varlık haline getirmiştir.
Dünyada yüzlerce nasyonal fikir bir arkaik uygarlıksal merkeze kendini oturtmaya çalışmaktadır. Uygarlıksal doğuşların merkezi ve mekanı haline getirilmeye çalışılan her nasyonal fikir; bir başka fikire yönelik militarist ve yok sayan bir darbe içerisinde olmasını görmek insanlığın nasıl bir sosyo patoloji yaşadığını anlaşılır kılacak. Tarihsel gelişim kültürün de, militarist hukuktan ve yoğunluktan başka güçlü bir veri elimizde yoksa, mapusta yalnız olmanın da önem gerektiren bir olay olduğu kanısında değilim…
Yalnızlığı kalbimizde arayalım lütfen.
Kontrol Sende Kitabım için lütfen aşağıdaki linki tıklayınız
Bilinçli Yaratma Sanatı Kitabım İçin lütfen aşağıdaki linke tıklayınız